10 Aralık 2007 Pazartesi

Sosyalleştik

Kızlar yürümeye başladığından beri yeni yeni ilkler yaşıyoruz biz de. Biraz daha birşeylerden anlar oldular. Gel, git, ver, al... Anlamaları riayet edecekleri anlamına gelmiyor tabii.

Geçen hafta sonu arkadaşlarımızın davetiyle havanın güzel olmasından cesaret alarak ilk "tabiat ortamı" gezimizi yaptık. Asıl amaç çocukları değil beni havalandırmaktı aslında. Son zamanlarda patlamaya hazır parça tesirli bomba şeklinde geziyorum. Patladığımda kimi yaralayacağım belli olmuyor.

Neyse, 45 dakika mesafede bir at çiftliği varmış, oraya gittik. Biz hazırlanıp da, evden çıkıp da oraya ulaşana kadar havanın güzelliği pek kalmamıştı, dolayısıyla daha çok lokanta kısmında vakit geçirmiş olduk. Yaşadığımız şehirde park bahçe gibi yerler yok, çocuklar ilk defa çimen görüyor. S oturdu kaldıramıyoruz, öldür Allah adım atmıyor. J keyfe geldi, dere tepe dümdüz sırıtarak geziyor. Çimenler o kadar fantastik geldi ki çocuklara at kısmına geçiş yapamadık. Hava soğuyunca da içeri geçtik. Masaya yerleştik. İki yıl aradan sonra ilk biramı söyledim. Yemekler geldi. Derken J'yi daha fazla zapt etmek mümkün olmadı, saldık aşağı. Yavru ilk defa ev dışında bir mekanda test ediyor yürüyüşünü. Bir süre el ele gezdikten sonra bağımsızlığını ilan etti küçük hanım. O önde babası arkada dört dönüyorlar lokantada. Allahtan mekan boştu. Bizden başka ya bir masa vardı ya iki. Benim ana yüreyim el vermedi, S'yi de ben aldım. Bizim acemi yaya anasının kızı olduğunu bir kez daha ispatladı. El ele gidiyoruz, zık diye duruyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum, iki metre ileride bir insan; büyük küçük, kadın erkek fark etmiyor. Dönüyoruz gerisin geri. Asosyal yavrum benim. Hedefimiz J. Ama hem başkalarıyla karşılaşmamak için dolanıp duruyoruz, hem de hedefimiz sabit değil. 4-5 yaşlarında iki kız var onların peşine takılmış, arkadaş olacakmış. Kızların yolunu kesiyor lololo diye bağırarak. Kahkahalar atıyor. Bu kadar sosyallik beni bozar, kesinlikle baba tarafına çekmiş bu çocuk.

Sonuçta bira içtim mi içmedim mi bilemedim. Arkadaşlarla iki laf edemedik. Velet kısmı arabaya biner binmez uyudu. Ben de buna şükrederek arbada sakin sakin gitmenin keyfiyle yetindim.

Satıldık Ey Halkım...

Bir süre önce Emin Çölaşan'ın son kitabını, Kovulduk Ey Halkım'ı , okudum. Karıştım, düğüm oldum, öyle kaldım.

Uzuuun yıllardır Radikal okurum, okurdum. Daha bir gazete gelir bana. Diğer gazetelerde okuyacak bir şey bulamam. Bir tek hafta sonları Hürriyet ve Sabah alınır(dı) eve. Çocuklar geldiğinden beri gazete okuyamıyorum. Gazeteyi ele aldığımda gecenin onu olmuş oluyor, o saatten sonra da bende okuduğumu anlayacak hal kalmıyor. İş bu nedenle Hürriyet veya Sabah almaya başladım.

Bu kitabı okuduktan sonra ise ne Hürriyeti ne de başka bir Doğan gazetesini alasım yok. Bir Emin Çölaşan fanı olduğum söylenemez. Sevdiğim bir yazar değildir. Üslubundaki kabalık, sevimsizlik yazılarını okumamı engeller çoğu zaman. Kitabı okurken daha da iyi anladım ki kendini fazla ciddiye alan bir insan ve ben öyle insanları hiç sevmem. Kendisiyle dalga geçebilmek önemli bir erdemdir benim gözümde. Ama gazeteciliğine bir şey diyemem.
Diyemezdim; artık derim. Patron şunu yazma dedi, bunu yazma dedi, şu banka işi olsun öyle yazarsın dedi. E patron dedi de sen de dinlemişsin ama... Şunları şunları yazma demiş, sen de yazmamışsın. Çıkan sonuç bu değil mi, ben mi yanlış anlıyorum? Bu seni de gazeten gibi satılmış yapmıyor mu? Sana, Hürriyete böyle yapıyorlarsa gruptaki diğer gazetelere de aynı baskı yapılmıyor mu? Bu gruptaki gazetelere baskı yapılıyor da diğer gazetelere yapılmıyor mu? Yani neyi ne kadar nasıl bileceğimizi birileri belirliyor. O zaman niye gazete alıyorum ki? Birileri bana fikirlerini empoze etsin, beni uyutsun, hangi olay karşısında nasıl düşüneceğimi belirlesin diye mi?

Ya da okunabilecek bir gazete var mı? Cumhuriyet mi? AKP karşıtı olması dışında ortak yanımız olduğundan şüpheliyim. Emin Çölaşan tek bağımsız gazete Sözcü demiş ama şimdi orada yazıyor. Gazete de reklamlarında bunu kullanıyor. Acaba burada yazmak için mi öyle dedi diyorum. Akşam'ı denedim, Serdar Turgut'u severim ama mizah yazarı olarak. Pek sarmadı. Sabah zaten devletin. Taraf diye bir gazete buldum. 1 lira olmasından bakarak biraz daha bağımsız olduğu sonucuna vardım. Ahmet Altan'mış genel yayın yönetmeni. Bakacağız bakalım...

27 Kasım 2007 Salı

Nasıl da geçiyor zaman!

Kuşlarım artık bir yaşında. Aslına bakarsanız son birkaç gündür bir yaşındalar... Doğumgünü zaten yapmayacaktım, o kadar enerjisiz ve uyuşuğum ki içimden pek bir şey gelmiyor. E zaten onların birşey anladığı yok; gurbetteyiz bugünümüzü paylaşacak yakınlarımızdan uzaktayız. Yani motivasyon da yok. Yalnız buzdolabına şarap koydum, çocukları yatırınca karı koca ufak çapta kutlama yaparız diye ama çocuklar uyuduğunda bizim de halimiz kalmamıştı. J benimle uyuyor bir iki haftadır. O uyuyana kadar ben de sızmış oluyorum. Uyandığımda gecenin körüydü, mama vakti gelmişti vs. Sonuç: şarap hala dolapta, onu oradan kurtaracak kahramanı bekliyor.


Çocuklar da beni hayal kırıklığına uğrattı. Artık yaşları bir tam sayı ile ifade edilebildiğine göre biraz daha olgun, biraz daha entellektüel bir tavır bekliyordum açıkçası. Birer kitap alıp oturmaları uygun olurdu. ama nerdeeeee. Hala orayı karıştır, burayı indir, onu ağzına sok, annenin terliğini çal, kitabı ye! Allah sizi inandırsın oturup bir yemek bile yemiyorlar. Anne yedirsin ne işi var, çok benciller çok! Tamam kitaptan geçtim hiç değilse oturun oynayın, iki kişisiniz. Evcilik, doktorculuk, ne biliim. Yok sen onun elindeki oyuncağı kap, o senin elindekini çekiştirsin, çığlık at, ağla! Hep barbarlık, hep ilkellik.

Kime çekti bu çocuklar bilmiyorum ki!

19 Kasım 2007 Pazartesi

kara delik


Bok gibiyim. Bir el kalbimi sıkıyor da sıkıyor. Belirtiler birkaç gün önce başlamıştı, en sonunda bu sabah elle tutulur hale geldi. Nefret ediyorum bu halde olmaktan, böyle hissetmekten. Mutsuzluğum neredeyse elle tutulacak kadar somut.

Bu kadar çabuk beklemiyordum. Üç hafta değil mi, hiç bir şey olmaz sanıyordum. Ancak iki hafta dayanabildik. Kopuşların nedeni benim aslında. İnsanlardan çok şey bekliyorum ve her seferinde hayal kırıklığına uğruyorum. Oysa kaç defa söyledim kendime kimseden birşey bekleme, hiç kimseden. Kimse senin kadar düşünmek, senin gibi hissetmek zorunda değil. Bu senın sorumluluğun. Başka kimseden fedekarlık bekleyemezsin. Patlamaların herşeyi içinden çıkılmaz hale sokuyor. Biraz sakin ol, insanlara kapris yapmayı, sanki haksızlığa uğruyormuşsun gibi davranmayı bırak. Yetişkinsin, öyle davran.

Durumum trajikomik. Bir kaç gün sonra 33 yaşımı dolduruyorum. Artık genç bir kadın değilim, neredeyse orta yaşlı sayılacağım ve hala ergenlik sorunlarıyla mücadele ediyorum: kişiliğini ebeveynlerine kabul ettirmeye çalışan ergenin bunalımları. O dönemlerde özgürlüğümü yalanlarla, yarattığım sahte karakterin yardımıyla kazanmaya çalışıyordum. Şimdi dürüstüm ve bunun cezasını çekiyorum. "Saygısız ve terbiyesizim." Her türlü eleştiriyi kabullenmeli davranışlarımı bunlara göre şekillendirmeliyim. İtiraz hakkım yok. Saygısız ya da terbiyesiz olmamalıyım. Bunlar benim iyiliğim için, bunları o söylemezse kim söyler? Beni düzeltmek, terbiye etmek, silkeleyip kendime getirmek onun görevi. Çocuklarımı büyütürken her türlü müdahaleyi hoş karşılamalı, bunları dikkate almalı hatta daha da iyisi ne deniyorsa onu yapmalıyım. Kukla olmalıyım böylece, başta ben, herkes huzur içinde yaşayıp gider. Eleştirilmeliyim, eleştirilerle delik deşik olmalıyım. Benim ne kadar kırıldığımın, gücendiğimin bir önemi yok, yeter ki o kırılmasın, gücenmesin, ben terbiyesiz olmayayım. Bu arada ben hiç eleştirmemeliyim, başka insanlara karşı hep onun tarafını tutmalı, hep onun haklı olduğunu söylemeliyim, terbiyesiz ve kırıcı olmamalıyım...

Bütün bunların en korkunç tarafı aslında ona benzemem, başka insanlara onun bana davrandığı gibi davranmam. Senden özür diliyorum, kalbini kırdığım, seni acımasızca eleştirdiğim, sadece ve sadece benim istediğim gibi varolmana izin verdiğim için özür dilerim. Bunu düzeltmek için elimden geleni yapacağım. Bir daha kalbini kımamak için, sırf kibarlığından ve iyiliğinden sesini çıkarmadığında bir kalbin olduğunu unutmamak için elimden geleni yapacağım. Size benim yaşadıklarımı yaşatmayacağım. Yalansız, riyasız olduğunuz gibi olabilmenize izin vereceğim.

3 Kasım 2007 Cumartesi

Hoşgeldin Bebek...

Dün, evvelsi gün mü yoksa, yani 1 Kasım'da dayımın oğlu oldu. Beklenen veliaht nihayet geldi... Bizim sülale, anne tarafı yani, kadınlar cumhuriyeti olarak adlandırılabilir. Öyle ki bir oğlum olursa ne yaparım diye düşünmüşlüğüm vardır uzun uzun, kızlara nasıl davranacağımı bilirim de erkek bebek görmedim ki! Sonunda bir erkek bebek katıldı aramıza. 3 kilo 300 gramlık sarı bir bebiş. Dayım oğlan isteme işini abarttığı için sülalenin kızları biraz tepkili. Son ana kadar kız olur inşalah diye dua edenler vardı :) Öbür kuzenlerimi beklerken çok heyecanlıydım ben. Geldiklerinde çok ama çok sevinmiştim. En büyük mucizenin bir bebeğin dünyaya gelmesi olduğunu düşünürdüm. Olabilecek en büyük mutluluk... Ama bu sefer içim donuktu biraz, biraz değil bayağı. Ya kendiminkilere fazla kaptırdığımdan beynimde başkalarına yer ayıramadığımdan ya da bu oğlan da oğlan tutturmalarının feminist yerlerimi fena halde ayaklandırmasından... Oysa şimdi merak içindeyim, minicik sarı oğlumuzu bir an önce görmek istiyorum. Oysa ben görene kadar aylar geçecek.

Bu miniğin doğumu kızlarımın doğumunu hatırlattı bana. Ne kadar minik, ne kadar buruşuk, incecik ellerine takılı kocaman borularla ne kadar çaresizdiler. Annem ve bay koca nasıl da telaş içinde koşturuyordu oradan oraya. 11 ay geçmiş bile. Cingözüm evin içinde dolanıp duruyor, oda oda geziyor şimdi. Her daim iki tek atmış gibi sallanıyor, olsun çok mutlu istediği yere gidebiliyor olmaktan, yüzünde hep o zafer gülümsemesi... Mavişim de- gerçi maviş değil artık, yeşil galiba- niyetine girdi, kardeşini gördükçe gaza geliyor. Nasıl da geçiyor bitmez sanılan günler?

Demek ki annelik neymiş? Doğan hiçbir bebeğe kayıtsız kalamamakmış, her bir bebekte kendi bebeğini görmekmiş, her bir bebeği kendi bebeğinin yerine koyup öyle sevmekmiş...

8 Ekim 2007 Pazartesi

On, dokuz, sekiz...

Destek kuvvetleri yardıma çağırdım. Bayramdan sonra Bay Koca üç dört günlüğüne Ankaraya gidiyor. (üzgünüm Delicim, güzel günler ilerde) Yalnız kalmak yemedi. Daha doğrusu kızlarla bir başına kalmak yemedi. Yoksa yalnız olsam günümü gün ederdim. Severim... Neyse, sadede gelelim, annemleri çağırdım ben de, annem de "aaa, tamam!"dedi, sonuç: haftaya salı buradalar. Annemin ikiletmeden hatta düşünmeden cevap vermesi kızları çok özlediğinden olsa gerek. Yoksa nerede öyle cevval anne bir koşu kalkıp gelecek; hem zor karar veren bir insandır, hem de yol sevmez.


Aslında biraz da bahane oldu yalnız kalmam. Annecim kızları görsün istiyorum. Kaç ay oldu- bakiim 3 ay olmuş galiba- ayrılar. Annem doğumdan bir ay önce geldiydi. Kızlar bir aylık olduklarında "e sen artık bakarsın bunlara, zaten bayram da geliyor; kocam, oğlum bensiz oralarda bir başına" diye gitmişti. Bayram geçti, iki üç gün yalnız kaldım. Bebeklerle beraber ben de ağladım. Her akşam annemi arayıp mızırdadım ki hiç adetim değildir (zaten annemin sen bakarsın bunlara diye düşünmesinin nedeni de bugüne kadar mızırdandığımı hiç duymamış olmasıydı herhalde). Dördüncü gün "hemen geri geliyorsun" dedim. 32 yıldır yardım istemediğimden olsa gerek durumun vahametini hemen anladı, ikiletmedi geldi. Geliş o geliş bebekler beş aylık olana kadar hiç bir yerlere kıpırdayamadı. Kavgalarımız sıklaşmaya başlayınca, üstüne bir de babamın çok zayıfladığını görünce ben gidiyorum diye dikildi. Babamın bizden gizli prostat ameliyatı olduğunu öğrenmesi de son darbe oldu. Patlayacakmış adamcağız, neyse ki kardeşin evde olduğu zamana denk gelmiş. Ben de kuyruğuna takıldım, beraberce Eskişehir'e göç ettik. Üç ay da öyle geçti.Sonra ben orada da darlandım, vara yoğa alınmaya, zır zır zırlamaya başladım. E kalktık eve geldik biz de. Babam da çok alışmıştı kızlara, hiç gelelim istemedi. Bu arada minikler emeklemeye, oturmaya, saatlerce oyun oynamaya, sıralamaya ve bugün itibari ile yürümeye (cingöz olanı; mavişim çok tedbirli, ödü kopuyor düşersem diye) başladı ve annemcim bunların hiç birini görmedi. Haksızlık gibi geliyor, en zor zamanlarında bütün çileyi çekti şimdi eğlenceli zamanları, o burada yok.


Çok seviniyorum annemler geleceği için, gün sayıyorum, birgün daha bitince seviniyorum. Bakalım miniklerin bu hallerini görünce ne yapacaklar? En çok da kızların annemi tanıyıp tanımayacağını merak ediyorum. Sen besle büyüt, bir kaç ay görüşme diye seni unutsunlar, ayıp olur valla!

4 Ekim 2007 Perşembe

Katil uşak mıymış hakkaten?

Son günlerde kitap okumaya zaman ayırıyorum. Daha doğrusu yapmam gereken şeyleri yapmak yerine kitap okuyorum. Bütün işleri mümkün olduğunca erteliyorum. Ütü mesela, 10 gün falan oldu herhalde, üstüne tekrar çamaşır yıkandı da, tekrar çamaşır birikti bile. Ütülenecekler tepesi dağ halini alma yolunda.(yarın bu gidişe bir dur demeli!!)
Ben hep böyleydim zaten. Plan program yapar, planladığım o işleri hep erteler canımın istediğini yapar sonra da ne bu düzensizlik diye sinirlenirim. Hele ki kitap mevzu oldu mu babamı tanımam. Şöyle normal normal, sayfa sayfa okumam kitabı, sömürürüm: 500 sayfa mı, yarına biter. Tabi okuduğum şeyi sevmem koşuluyla, yoksa ver 50 sayfa ders notu bak kaç gün sürünüyor. Babamı tanımam ama kızlarımı tanımak durumundayım, sıkıysa tanıma! Onlara ait zamanımdan çalamayacağım için -gerçi bütün zamanım onların da- diğer şeyleri erteliyorum: evin işleri ve uyku...

Okuduğum da atla deve değil sonuçta, bol bol polisiye, biraz best seller -30'una yaklaşmış kadın komiklikleri. Okuma ihtiyacımı karşılayacak ama kafamı yormadan hemen bitirebileceğim şeyler yani.

Gerçi ben oldum olası severim polisiyeyi. Film, dizi, roman, kaliteli, basit farketmez. Bir dönem gece yarısına doğru arka arkaya polisiye diziler çıkıyordu televizyonda. Oturur hepsini izlerdim sabahın üçüne, dördüne kadar. Sonra rüyamda millet birbirini kovalardı ben de bakardım.

Burada, zaten sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen kitapçıların birinde Agatha Christie'nin bir sürü kitabını buldum. Körün istediği bir göz Allah vermiş iki göz (böyle miydi bu söz?).Hem kolay okunuyor hem polisiye, üstüne üstlük zekice yazılmış. Dadandım oraya, on günde falan bir gidip iki üç tane alıyorum. Adamla ilişkimiz bitti mi abla, bebekler nasıl düzeyine ilerledi. Bu yaşında hala annesinin "yabancılarla konuşma kızım" öğüdünü dinleyen biri olarak (bakınız: asosyalin allahı)benim edebileceğim en derin sohbet budur, ötesi yoktur.

Yıllar var ki Agatha Christie okumamıştım. Bir Miss Marple, bir Hercule Poirot, bir tiyatro oyunu, bir de öykü kitabı okudum şimdilik. Öyküler daha ziyade korku türündeydi, hayaletler falan. Zaten öykü sevdiğim bir tür değildir, hemen biter, kesmez beni. Okudum yine de, gerçekten korkutucuydu, gerdi. Her iki romandan sonra da "aaaa Brad Pitt'le Edward Norton aynı adammış!" hissi yaşadım. Helali hoş olsun verdiğim paralara dedim. Sonra hatırladım, eskiden de böyle şaşırtırdı beni, sokaktan adam geçti yazsa aha da katil bu olmasın sakın olurdum. Polisiye yazacaksan böylesini yazacaksın. Yoksa üçüncü sayfada katil belli olsun, niye okuyayım ki onu ben? Sonra şiddet de yoktur Agatha Christie'de. Amcam ya da teyzem mırıl mırıl araştırır olayı, ne kimse kimseyi kovalar ne de katil terminatördeki civa adam misali hortlar durur.

Grange okurum mesela, hoşuma da gider ama sonu bir türlü oturmaz, birşeyler eksik kalır. Ayyy, en fenası Ahmet Ümit okumuştum bir kere. Patasana'ydı romanın adı. Bulana kadar kaç kitapçı gezmiştim. Hititler diyordu tanıtımında, hem tarih hem polisiye, tutmayın beni... Sonuç: bittiğinde Ahmet Ümit karşıma çıksa evire çevire sopalardım adamı kitap diye bunu mu yazdın diye. Neymiş Türkiye'nin en bi polisiye yazarıymış! Papucumun polisiyesi! Gerçi ara sıra düşünüyorum adama bir şans daha versem mi diye. Ama riski göze alamıyorum. O da Patasana'ya benzerse karşıma çıkmasını beklemem, neredeyse bulur öyle döverim, para mı da geri isterim.

Ara verdim biraz, David Liss okudum, Kağıt Komploları. Güzeldi. Okumadığım yeni bir kitabı yayınlanmış, programa aldım. Hele bitsin şu elimdekiler... Şimdi Marian Keyes okuyorum. Dilini seviyorum (çünkü sözlük kullanmadan orijinalinden okuyabildiğim ender yazarlardan, e bi de komik). Bitsin, döneceğim Agatha Teyzeme...

27 Eylül 2007 Perşembe

...

Kuzularım bugün onuncu aylarını doldurdu. 10 ay iki gün önce karnımdaydılar ve ben bir an önce doğsunlar da göreyim neye benziyorlar diyordum, 10 ay geçti bile. (zaten doğdular da, millet 40 hafta nasıl bekliyor hiç bilemiyorum. Ben 36 hafta zor dayandım) Söyleyince inanılmaz geliyor. Dile kolay, 10 ay. Zaman enteresan bir şey. İçindeyken geçmek bilmiyor da geçip gittikten sonra fark ediyorsun ki su gibi akıp gitmiş. Tek tek saatleri sayıyorduk annemle, gece uykusuna yattılar mı oh, bir gün daha büyüdüler diye seviniyorduk. O kadar ufaklardı ki, kollar değnek, bacaklar hindi boynu gibi buruş buruş, kulaklar kağıt gibi, bir tarafından baktın mı arkası görünüyor... Hele cingözüm minikten de minik, minicikti.


mavişim...





cingözüm...





Bugünlerde ise akşamı nasıl ettiğimi bilmiyorum. Hiç durmuyoruz. ayaktaysak oturmaya, oturuyorsak ayağa kalkmaya, ikisi de olmazsa emekleyerek en olmayacak yere gitmeye çalışıyorlar. Alt değiştirmek bir işkence. Güreş tutmuşa dönüyorum her seferinde. Popolarında kakaları, ayağa kalkmaya daha da fenası oturmaya çalışıyorlar. Eskiden yatırırdım ikisini de yanyana, açardım altlarını, birini bağlayana kadar öbürü havalanırdı. Şimdi ne mümkün. Yanyana koysam birbirlerinin üstüne çıkarlar.
Çok eğlenceliler ama. İnsanın bir tane çocuğu olması nasıl birşey bilmiyorum ama böylesi çok eğlenceli. Birbirlerinin elinde ne varsa onu kapmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken hiç sesleri çıkmıyor ama, ne bir bağırma ne bişey. O anda kıymete binen her ne ise çekiştirip duruyorlar. Bazen maviş kendi kendine güzel güzel oynarken öbür cadı elindekini ona doğru uzatıyor. Ama sanki yanlışlıkla olmuş gibi. Maviş farketmezse biraz daha yaklaştırıyor. Fark edip de almaya kalktığında ise hemen geri çekiyor.:D Hadii, tekrar itiş kakış. Mavişim cingöze çok düşkün, onu gördü mü deliriyor, kahkahalar, çığlıklar... Zaten söylediği ilk anlamlı kelime de cingözün adı oldu. Cingöz, cingöz, cingöz diye dolanıyor ortalıkta :D Onun saçını okşuyor, fazla kaptırırsa yolmaya başlıyor, o ayrı.


maviş...












cingöz


Dün birisi bana "eee, nasıl bir duygu anne olmak?" dedi, ne cevap vereceğimi bilemedim. Bu soru altısı yaşayan sekiz çocuk doğuran anneanneme sorulsaydı ne yapardı acaba? Muhtemelen bön bön bakardı soruyu soranın suratına. Zaten o zamanlarda kimse de kimseye böyle şeyler sormazdı. Herşeyi fazla mı abartıyoruz? Kendimizi çok mu önemsiyoruz çocuk doğurduk diye. Bebeği olan kadınların hep yakındığını duyuyorum, ay şöyle zor vay böyle zahmetli... (ya sen ağaçkakan? sen yakınıyor musun?) Ne kadar zor ve ulvi bir iş yapıyorlarmış. Hep bir kendini önemsetme çabası. Sonuçta anne olunca başka bir boyuta geçmiyorsun, yeryüzündeki tek ya da ilk anne de sen değilsin. E nedir yani? Sonuçta binlerce yıldır tüm kadınların, tüm dişi hayvanların yaptığı şeyi yapıyorsum. Yaptığımız şeye biraz daha anlam yüklüyoruz, hepsi bu. İyi insan olsun, mutlu olsun, şöyle müzik dinlesin, kitap sevsin...
Ben mi odunum bilmiyorum ki? Biraz daha salak, çok çok unutkan, alışılmadık bir şekilde kıskançım. Ama bir duygu denizinde yüzüyor da değilim.

İşte seni sobeliyorum deli, eee, nasıl birşey anne olmak? Aslında çobanı, misoyu ve öteki anneleri de sobelemek isterdim ama burayı senden başka okuyan yok :))

25 Eylül 2007 Salı

Patlama

Bir patlama daha oldu. Bu seferki daha bir şiddetliydi. İyi biriktirmişim bu sefer, üstüste binmiş bişeyler,yorgunluk da cabası.

Sıradışı bir hafta sonuydu, rutindışı desem daha doğru olacak. Benim kuzen Leri ve kayınpeder geldi. Kuzen kızlara aşık, karasevdaya tutuldu diyor teyzem, annesi yani. İstanbul'a gelmiş iş görüşmesine, oradan da kızları görmeye geldi. "Hem kızları hem seni..." diyor ama külliyen yalan. Ülen öyle olsa kızlar doğmadan da bi gelir di mi insan, evleneli 6, ayrı eve çıkalı 13 yıl oluyo!! Kayınpeder de en son iki aylıkken görmüştü minikleri, dünyanın yolunu geldi iki gün için... Yaşlı adam, dinlenemeden döndü hemen. Biraz ekstra yorgunluk oldu tabii, neyse ki kuzen Leri vardı, ölmüştüm yoksa.

Misafir zamanı paralıyorum kendimi, kime beğendireceksem... Sorun komplekslerimden mi - aman herkes beni sensin, beğensin, taktir etsin- , yetiştirilişten gelen köle yanımdan -ezin beni, paspas yapın kullanın, ben size hizmet etmek için buradayım- mı kaynaklanıyor bilemiyorum. Canımı çıkarıyorum ve buna engel olamıyorum. Tamam, yaptın bir enayilik, kimse seni zorladı mı,yok. Peki neye, kime bu sinir, bu afra tafra? Baykoca nedenini bir türlü anlayamadığı gazabıma maruz kalıyor.

Aslında sadece misafir olduğunda değil, herşeyde böyle oluyor. Uykusuz ve yorgun olduğumda çok suratsız, çok mızmız, çok kaprisli oluyorum. Bu halimi sevmiyorum ama başka türlüsü de elimden gelmiyor. Habire bişeylere takıyorum bunu da illa ki karşımdakine bildiriyorum. Söylemezsem çatlarım gibi geliyor. Madem söyleyeceksin tatlı tatlı, yumuşak yumuşak yap şu işi, öyle değil mi, yok meşhur sivri dilim en ağır, en keskin silahlarını kuşanıp atlayıveriyor orta yere. Başkası dayanamaz yemin ederim. Ama o dayanıyor, ne söylesem ne yapsam dayanıyor. Sabrının sonuna geldiğini hissediyorum bazen. Hani amerikan filmlerinde vardır ya, öfke kontrolü için terapiye giderler öyle birşeye ihtiyacım var, var mıdır ki ? Önceden böyle miydim ben, böyle bir insan mıydım? Bu kadar despot, bu kadar buyurgan, bu kadar kontrolcü... Herşey illa ki benim istediğim zamanda, benim istediğim şekilde yapılacak. Nereye gitti içimdeki yay, ne zaman gitti de ortalığı bu sevimsiz başağa bıraktı? Deli, senin meşhur dürüstlüğüne ihtiyacım var, ya ben eskiden komik biri değil miydim? Tek sebep bebekler ya da yorgunluk değil aslında. O kadar uzağım ki kendim gibi insanlardan, kendim gibi hayatlardan; kim olduğumu unuttum. Sabretmekten başka çarem de yok.

Bu sefer haklı sebeplerim vardı gerçi. Sorun öncelikler. Sadece baykocayla değil başkalarıyla da yaşıyorum aynı şeyi. Bebekler doğduğundan beri benim birinci önceliğim onların ihtiyaçlarını karşılamak. Başka birinin aynı şekilde hissetmemesi beni öfkeden deliye çeviriyor. Anlamıyorum. Annemin yemek yapmasını, kocanın yaşlı babasını mutlu etmeye çalışmasını, kuzenin temizlik yapmasını- hem de benim evimin temizliği- ya da iş aramasını... Herhangi birşey nasıl benim kızlarımdan önemli olabilir? Anlamıyorum. Psikopata mı bağladım yoksa annelik tam da böyle bir şey mi? Karar veremiyorum.

Neyse sonuçta fena patladım. Söyledim söyledim, dayanamadı o da söyledi bişeyler. Vay sen misin söyleyen, daha çok söyledim. Karşımda hiç şansı yok ki. Hem daha sivri dilli, acı sözlüyüm hem de işime gelmedi mi lafları istediğim gibi çarpıtırım, demogoji yaparım, hiç biri olmadı mı başlarım ağlamaya. -sanki masus ağlıyormuşum gibi, valla değil. Ama çok hazırım ağlamaya kızlardan beri- Ağladım, rahatladım, battaniyeme sarılıp bir iki dizi izledim. Açıldım. Durgun bir deniz gibiyim şu anda. Ama saat iki buçuk oldu, yarın yine uykusuzum yani. Sözde kitaplardan bahsedecektim, olmadı. neyse, sonra artık...

Not: bu yazıyı yazmadan deliyi okudum, canım da patlamış galiba. ara ara gerekiyor galiba. O kadar da kötü değildi aslında haftasonum. Kuzenle bu kadar yakınlaşmamıştık çok uzun zamandır. Halbuki olmayan kız kardeşimdi o benim. Yaralar kabuk bağlamıştı, şimdi yavaş yavaş izi de geçiyor galiba. Tam tahmin ettiğim gibi, tek ihtiyacımız beraber zaman geçirmekmiş...

15 Eylül 2007 Cumartesi

Ebe-Sobe vs...

_ eşşolueşşekler
_ hayvan herif
_hayvanoğlu hayvan

şeklinde, öfkemin dozu arttıkça yukarıdaki sırayı izleyerek ve suratım giderek daha korkutucu bir ifadeye bürünerek ilerliyorum. Bunu nereden mi biliyorum, bu aralar bizim buralarda taşınma mevsimi. Birileri geliyor, birileri gidiyor. Dün gecenin 10'unda, gelenlerden biri matkap ve çekiç namelerini bizlerle paylaşarak evlerimizi şenlendirdi. Tabi benim kibar ve musikişinas kızlarım aaaa, biz de eşlik etmezsek çok ayıp olur, uyku da neymiş canım diye düşünerek bülbül sesleriyle koroya katıldılar. Birini yatırıyoruz öbürü başlıyor zırlamaya, e tabi az önce yatırdığımız durur mu, benim neyim eksik diye o da basıyor yaygarayı. Aralarda ikisini birden uyutabildiğimiz zamanlarda ben de yukarıda sıraladığım kelamları sarf ediyorum. En sonunda Bay Koca'ya hönkürdüm git sustur şunları diye. O da gitti, sustular ama ne fayda bizimkiler dağıldı bir defa. Sabaha kadar nöbet tuttular sağolsunlar. Uykuları bir dağıldı mı toparlayamıyorlar bir daha, kötü bişey. Fark ettim ki uykumu alamayınca sinirli oluyorum, çok çabuk öfkeleniyorum. Alacağım uyku zaten brüt 5 saat. O da olmazsa yeşeriyorum, ha Hulk ha ben...
İtiraf etmeliyim ki bay koca olmasa küfürlerin dozu daha ağır olurdu :)
Taşınırken ben çok gergin olurum, hamal milletine değil de en yakınımdakine sararım daha çok. E, ona da küfretmem de hır çıkarırım vara yoğa. Düşününce, son zamanlarda -son aylarda daha çok- sürekli bir taşınma psikolojisi halindeyim galiba. Ota boka sinirleniyorum, en yakınımda kim varsa ona sarıyorum. Nazımın geçme derecesine göre çatıyorum ya da çatmıyorum. Anneme çatamadım, benim annem olduğu için bana benziyor sanırım, daha çok o bana çattı; kuzene çatamadım misafirdi; zavallı kocacım, hepsi ona patlıyor... Adam sabırlı sesi çıkmıyor, mazallah bir patlayacak birgün göreceğim o zaman günümü...
Amaaaan, boşver. Gündüz uyumuşum, kızlar vaktinde yatmış uyumuş, kitaplarım gelmiş... Var mı benden iyisi?!

8 Eylül 2007 Cumartesi

Delicim, sana...




Koca gözlü cadı
Mavi gözlü cadı

Bugün kendin için ne yaptın?

Bu blogu açarken gri bir günümdeydim. Biraz uykusuzluk, biraz yorgunluk, biraz bıkkınlık vardı. Birazdan biraz daha fazla da kendimi gagalamaya ayıracak zamanım vardı.

Beynimde uzuun uzun bloglar yazdım. Karamsar yazılardı herhalde. Bugün pek birşey hatırlamıyorum. Kopuk kopuk cümleler, daha doğrusu fikirler kalmış aklımda. (gitti güzelim yazı)

Çobanın eski bir yazısını okumuştum (dedim ya, hayranınızım), Deli ve Miso'yla şenliğe gittiklerini yazmış. İçim gitti, kıskandım, fesatlandım, umutsuzluğa kapıldım, yalnızlığımı fark ettim. Karardıkça karardım da kapkara olamadım, gri de takıldım. Çok işim vardı, depresyona vakit yoktu.

İki karara vardım:
1- Ankara'ya yerleşilecek. Tamam, deniz yok(tuzlu su olanı tabii ki. Yoksa öbür denizin varlığından haberdarız yiyesimiz de geliyor, o ayrı) (bu biz nereden çıktı, şizofreni başlangıcı mı, ortası da olabilir. bilemicem) ama deli var. Bu yaştan sonra nereden bulayım ben öyle arkadaşı, hiç uğraşamam. Uğraşsam da bulamam. Hiç değilse ayda bir oturur, kahve içeriz. Oh mis gibi .

2-Kendin için birşey yapılacak, blog açılacak.

Tamam iş güç (ev işi manasında), çoluk çocuk da biyere kadar. Biz de insanız di mi ama. Saç baş yolunmuş (mavi gözlü cadı sağ olsun, yapıştı mı bırakmıyor) boyası gelmiş aldıran yok, gözler uykusuzluktan torba torba, insan içine çıkacak hal kalmamış, IQ'da %50 (iyimser tahmin, %75 daha gerçekçi) gerileme... Bari bir blogum olsun deşarj olurum, kendim için bir şey yaptım derim, dedim.

Ankara'ya yerleşme işini bilemem, daha birkaç senesi var ama işte blogumu açtım, yazımı yazdım...

5 Eylül 2007 Çarşamba

İşte Geldim Burdayım

Deliiiii,
Geldim işte! Dayanamadım daha fazla, girdin kanıma. Uykusuz geceler kapıda...
Ama şimdi uyuyayım, n'olur! Söz yazarım birkaç güne. Barış'a benzemem. Ortalığı da düzenlerim. Resim mesim, yaparız birşeyler işte...
Uyudum bile...