27 Kasım 2007 Salı

Nasıl da geçiyor zaman!

Kuşlarım artık bir yaşında. Aslına bakarsanız son birkaç gündür bir yaşındalar... Doğumgünü zaten yapmayacaktım, o kadar enerjisiz ve uyuşuğum ki içimden pek bir şey gelmiyor. E zaten onların birşey anladığı yok; gurbetteyiz bugünümüzü paylaşacak yakınlarımızdan uzaktayız. Yani motivasyon da yok. Yalnız buzdolabına şarap koydum, çocukları yatırınca karı koca ufak çapta kutlama yaparız diye ama çocuklar uyuduğunda bizim de halimiz kalmamıştı. J benimle uyuyor bir iki haftadır. O uyuyana kadar ben de sızmış oluyorum. Uyandığımda gecenin körüydü, mama vakti gelmişti vs. Sonuç: şarap hala dolapta, onu oradan kurtaracak kahramanı bekliyor.


Çocuklar da beni hayal kırıklığına uğrattı. Artık yaşları bir tam sayı ile ifade edilebildiğine göre biraz daha olgun, biraz daha entellektüel bir tavır bekliyordum açıkçası. Birer kitap alıp oturmaları uygun olurdu. ama nerdeeeee. Hala orayı karıştır, burayı indir, onu ağzına sok, annenin terliğini çal, kitabı ye! Allah sizi inandırsın oturup bir yemek bile yemiyorlar. Anne yedirsin ne işi var, çok benciller çok! Tamam kitaptan geçtim hiç değilse oturun oynayın, iki kişisiniz. Evcilik, doktorculuk, ne biliim. Yok sen onun elindeki oyuncağı kap, o senin elindekini çekiştirsin, çığlık at, ağla! Hep barbarlık, hep ilkellik.

Kime çekti bu çocuklar bilmiyorum ki!

19 Kasım 2007 Pazartesi

kara delik


Bok gibiyim. Bir el kalbimi sıkıyor da sıkıyor. Belirtiler birkaç gün önce başlamıştı, en sonunda bu sabah elle tutulur hale geldi. Nefret ediyorum bu halde olmaktan, böyle hissetmekten. Mutsuzluğum neredeyse elle tutulacak kadar somut.

Bu kadar çabuk beklemiyordum. Üç hafta değil mi, hiç bir şey olmaz sanıyordum. Ancak iki hafta dayanabildik. Kopuşların nedeni benim aslında. İnsanlardan çok şey bekliyorum ve her seferinde hayal kırıklığına uğruyorum. Oysa kaç defa söyledim kendime kimseden birşey bekleme, hiç kimseden. Kimse senin kadar düşünmek, senin gibi hissetmek zorunda değil. Bu senın sorumluluğun. Başka kimseden fedekarlık bekleyemezsin. Patlamaların herşeyi içinden çıkılmaz hale sokuyor. Biraz sakin ol, insanlara kapris yapmayı, sanki haksızlığa uğruyormuşsun gibi davranmayı bırak. Yetişkinsin, öyle davran.

Durumum trajikomik. Bir kaç gün sonra 33 yaşımı dolduruyorum. Artık genç bir kadın değilim, neredeyse orta yaşlı sayılacağım ve hala ergenlik sorunlarıyla mücadele ediyorum: kişiliğini ebeveynlerine kabul ettirmeye çalışan ergenin bunalımları. O dönemlerde özgürlüğümü yalanlarla, yarattığım sahte karakterin yardımıyla kazanmaya çalışıyordum. Şimdi dürüstüm ve bunun cezasını çekiyorum. "Saygısız ve terbiyesizim." Her türlü eleştiriyi kabullenmeli davranışlarımı bunlara göre şekillendirmeliyim. İtiraz hakkım yok. Saygısız ya da terbiyesiz olmamalıyım. Bunlar benim iyiliğim için, bunları o söylemezse kim söyler? Beni düzeltmek, terbiye etmek, silkeleyip kendime getirmek onun görevi. Çocuklarımı büyütürken her türlü müdahaleyi hoş karşılamalı, bunları dikkate almalı hatta daha da iyisi ne deniyorsa onu yapmalıyım. Kukla olmalıyım böylece, başta ben, herkes huzur içinde yaşayıp gider. Eleştirilmeliyim, eleştirilerle delik deşik olmalıyım. Benim ne kadar kırıldığımın, gücendiğimin bir önemi yok, yeter ki o kırılmasın, gücenmesin, ben terbiyesiz olmayayım. Bu arada ben hiç eleştirmemeliyim, başka insanlara karşı hep onun tarafını tutmalı, hep onun haklı olduğunu söylemeliyim, terbiyesiz ve kırıcı olmamalıyım...

Bütün bunların en korkunç tarafı aslında ona benzemem, başka insanlara onun bana davrandığı gibi davranmam. Senden özür diliyorum, kalbini kırdığım, seni acımasızca eleştirdiğim, sadece ve sadece benim istediğim gibi varolmana izin verdiğim için özür dilerim. Bunu düzeltmek için elimden geleni yapacağım. Bir daha kalbini kımamak için, sırf kibarlığından ve iyiliğinden sesini çıkarmadığında bir kalbin olduğunu unutmamak için elimden geleni yapacağım. Size benim yaşadıklarımı yaşatmayacağım. Yalansız, riyasız olduğunuz gibi olabilmenize izin vereceğim.

3 Kasım 2007 Cumartesi

Hoşgeldin Bebek...

Dün, evvelsi gün mü yoksa, yani 1 Kasım'da dayımın oğlu oldu. Beklenen veliaht nihayet geldi... Bizim sülale, anne tarafı yani, kadınlar cumhuriyeti olarak adlandırılabilir. Öyle ki bir oğlum olursa ne yaparım diye düşünmüşlüğüm vardır uzun uzun, kızlara nasıl davranacağımı bilirim de erkek bebek görmedim ki! Sonunda bir erkek bebek katıldı aramıza. 3 kilo 300 gramlık sarı bir bebiş. Dayım oğlan isteme işini abarttığı için sülalenin kızları biraz tepkili. Son ana kadar kız olur inşalah diye dua edenler vardı :) Öbür kuzenlerimi beklerken çok heyecanlıydım ben. Geldiklerinde çok ama çok sevinmiştim. En büyük mucizenin bir bebeğin dünyaya gelmesi olduğunu düşünürdüm. Olabilecek en büyük mutluluk... Ama bu sefer içim donuktu biraz, biraz değil bayağı. Ya kendiminkilere fazla kaptırdığımdan beynimde başkalarına yer ayıramadığımdan ya da bu oğlan da oğlan tutturmalarının feminist yerlerimi fena halde ayaklandırmasından... Oysa şimdi merak içindeyim, minicik sarı oğlumuzu bir an önce görmek istiyorum. Oysa ben görene kadar aylar geçecek.

Bu miniğin doğumu kızlarımın doğumunu hatırlattı bana. Ne kadar minik, ne kadar buruşuk, incecik ellerine takılı kocaman borularla ne kadar çaresizdiler. Annem ve bay koca nasıl da telaş içinde koşturuyordu oradan oraya. 11 ay geçmiş bile. Cingözüm evin içinde dolanıp duruyor, oda oda geziyor şimdi. Her daim iki tek atmış gibi sallanıyor, olsun çok mutlu istediği yere gidebiliyor olmaktan, yüzünde hep o zafer gülümsemesi... Mavişim de- gerçi maviş değil artık, yeşil galiba- niyetine girdi, kardeşini gördükçe gaza geliyor. Nasıl da geçiyor bitmez sanılan günler?

Demek ki annelik neymiş? Doğan hiçbir bebeğe kayıtsız kalamamakmış, her bir bebekte kendi bebeğini görmekmiş, her bir bebeği kendi bebeğinin yerine koyup öyle sevmekmiş...